Emperyalizm varoluşundan bu yana her zaman kaosla beslenerek var olmuştur. Ya kaos yaratmış ya da var olan kaostan nemalanmaya çalışmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası İran da tam bir kaos halindeydi. Savaşın etkileri mevcut siyasi ve sosyal bölünmeleri daha da artırmış, ülkenin her tarafında çeşitli gruplar savaş sonrası yabancı orduların çekilmesiyle meydana gelen iktidar boşluğunu doldurmak için harekete geçmişti. Savaşın bitiminde İran’daki en büyük güç aynı zamanda kurtarıcı konumda olan İngiltere idi. 1907 İngiliz-Rus Antlaşması çoktan geçersiz kalmış, İngiltere bütün İran’da söz sahibi olmuştu. İngilizler bu pozisyonlarını bir sürekliliğe dönüştürmek istediler ve İran’ı himayeleri altına alan 9 Ağustos 1919 Anlaşmasını İran’a kabul ettirmeye çalıştılar. Fakat Tahran’da zayıf bir hükümete imzalatılan bu anlaşma, İran’ın iç politika mekanizmasının uzun oyalamalarından sonra, meclisten geçemeyecek ve tıpkı Sevr gibi hiçbir zaman geçerlilik kazanamayacaktır. Eğer İngilizler İran’a bu anlaşmayı kabul ettirebilselerdi, Batı Asya’da önemli bir üstünlüğe sahip olacaklardı.
Nitekim İngilizlerin Türkiye ve İran’a yönelik bu benzer teşebbüsleri (Sevr ve Ağustos 1919 Antlaşmaları) bir yandan iki ülkedeki milliyetçi ve antiemperyalistleri birleştirirken, diğer yandan muhafazakâr ve teslimiyetçileri de yakınlaştırmıştır. Bir başka deyişle bu ortam Tahran’daki milliyetçi hükümetlerle Ankara hükümetini, İngilizlere karşı olan antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı söylemde birleştirirken Tahran ve İstanbul’daki İngiliz yanlısı hükümetleri de birbirine yaklaştırmıştır. Örneğin Ağustos 1919 Anlaşması imzalandığı sırada İstanbul hükümeti ve basınında “heyecan” yaratıp “nimetleri” övülürken Anadolu basınında eleştirilmiştir.
1 Mart 1921 tarihli Türk-Afgan Antlaşmasından sonra İngilizler o sıralarda İslam ülkeleri arasında bu çeşit paktlar yapılması siyasetini güden Rusya ile birlikte bir “İslam Fedarasyonu/Konfedarasyonu” oluşturulması endişesi taşıyordu. Böyle bir birlikteliğin oluşması o zaman dahi İngilizlerin korkulu rüyasıydı. Hatta İngilizlerin Türk-Afgan anlaşmasında İran ile ilgili gizli bir madde olduğu şüphesi vardı ve sırada bir Türk-İran anlaşması olduğu duyumları alınıyordu. Duyumlar doğruydu fakat bu beklenti çeşitli sebeplerle gerçekleşemeyecekti.
Ocak-Nisan 1924 aylarında İran’da tıpkı Türkiye’deki gibi mevcut hanedandan kurtularak, cumhuriyet ilan etme fikri yoğun bir tartışmaya konu olmuştur. Rıza Han ve yandaşlarının başlattığı hareket tam başarıya ulaşmak üzereyken, son anda din adamlarının Cumhuriyet fikrine, daha doğrusu Rıza Han’ın cumhurbaşkanlığına, karşı çıkan muhalefete katılması ile başarısız kalmıştır.
Türkiye’de cumhuriyet ilan edilmesinden bir gün önce 28 Ekim 1923’te, Rıza Han da başbakan olmuştu. Bu tarihten itibaren Ankara hükümeti İran’da da saltanatın kaldırılması ve yerine cumhuriyet kurulması arzusunu dile gizlice getirmeye başladı. Önce Mustafa Kemal Tahran Büyükelçisi Muhittin Paşa vasıtasıyla bu görüşünü Rıza Han’a ileterek Cumhuriyet ilan etmesi tavsiyesinde bulundu. Muhittin Paşa Cumhuriyet konusunu birkaç kez Rıza Han ile gizlice görüştü. Rıza Han ikna olmuş gözüküyordu Ankara bir beklenti içine girdi.
İlk işaret 20 Ocak 1924’te İstanbul gazetesinin (Vakit) İran’da Cumhuriyet ilan edilmesini tavsiye eden yazısı ile başladı. Yazı, Rıza Han’ı destekleyen Tahran basınında büyük ilgi gördü; İran’da da Cumhuriyet ilan edilmesini konu edinen yazılar İran gazetelerinde bir anda çoğalmaya başladı. Rıza Han’ın da teşvikiyle basın monarşiye ve o sırada Avrupa’da yaşayan Ahmet Şah’a saldırmaya başladı. Bu teşebbüsünde Rıza Han’ı ordunun önemli bir kısmı ile meclisin çoğunluğu destekliyordu. Ama muhalifler de vardı. Siyasi ve askeri çevrelerde bu fikre karşı çıkanlar monarşi taraftarı olmaktan çok, bütün gücü elinde toplayan Rıza Han’ın “diktatörlüğün”den çekinenlerdi. Hatta ilginç bir Paradoks olarak Kurmay subaylar ve milletvekillerinden cumhuriyet fikrine muhalif olanlar arasında demokratlar yani Türkiye ve Mustafa Kemal yanlıları çoğunluğu oluşturuyorlardı.
Antlaşmalardan Anlaşmazlığa
Yeni kurulmuş iki devlet birbirine yaklaşırken çok dikkatli davranmıştı. İlk adım 1926 yılında kendini korumaya almak amacıyla İran’dan geldi. İran-Türkiye Dostluk ve Güvenlik antlaşması imzalandı. Ancak bizim Kürt isyanları üzerinden güvenmediğimiz, “yumuşak” davrandığımızı düşündüğümüz, İran’ın da Türk-Sovyet ilişkisinden korkmasından kaynaklı olarak antlaşmanın sürekliliği pek de uzun görünmüyordu.
1937 yılında İran, Afganistan, Irak ve Türkiye arasında kurulan Sadabad Paktı Türkiye-İran ilişkileri gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Birçok alanda uzlaşmalara varılsa da ekim ayında başlanan görüşmeler 1938’e kadar sürdü. 21 Ekim 1937’de İran Dışişleri Bakanı Türkiye’ye gelerek 29 Ekim törenlerine katıldı. İlişkiler doruktaydı ve bu bir nezaket ziyaretiydi.
Atatürk’ün ölüm haberi İran kamuoyunda da büyük yankı buldu. Saray bir ay yas ilan ederken, İran meclisinde özel bir anma oturumu yapıldı. Basında da Atatürk, Türkiye ve Türk-İran dostluğu üzerine pek çok yazı yayınlandı. Atatürk’ün cenazesine İran yüksek düzeyde bir heyet ve bir tören kıtası gönderdi.
Sadabad Paktı İkinci Dünya Savaşı’nın sert rüzgarlarına dayanamaz ve savaşın başlamasıyla Türkiye ve İran yollarını ayırır. İki ülke kendi problemleri ile meşgul olmuş ve bu süreç savaş sonuna kadar devam etmiştir. 1945 sonrasında ise yollar yeniden kesişmeye başlamış ancak çeşitli durumlardan ötürü birbirlerine yaklaşmaktan her zaman uzak durmuşlardır. Bir yandan Sovyet baskısı, bir yandan İran petrolüne gözünü dikmiş İngiltere, bir yandan da Batı ile ilişkilerini korumak isteyen Türkiye ilişkilerini olabildiğince tarafsız tutmaya çalışmıştır.
Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin dış politikasında bir önceki döneme kıyasla temel bir değişiklik yoktur. DP hükümetinin dış politikasını Batıya yoğunlaştırırken, Sadabad Paktı’nı yeniden canlandırma girişimlerini ve İran’la ilgileneceğini belirtmesi bu ilişki üzerinde yeni bir çabayı gözler önüne serdi. Ancak Türkiye ABD ile olan ilişkileri ve NATO üyeliği için giriştiği çabayı İran’a karşı göstermedi ve gerginlikleri yeniden artırdı. “Basın savaşları” ile İran, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini sert dille eleştirmeye başladı. Amerika’nın zararlarını İran o dönemden görmüş ancak tarih Şah ile emperyalizmi bir araya getirmiştir.
1953 sonundan başlayarak bölgede, Türkiye’nin de içinde yer aldığı, (adına daha sonra Bağdat Paktı diyeceğimiz) bir savunma iş birliği oluşturma çabaları hızlanmıştı. Türk hükümeti bu sırada İran’ı uzun vadede aday olarak görüyor ancak İran’ın ne zaman hazır olduğunu Amerika’nın belirlemesini istiyordu.
1955 Şubat’ında kurulan Bağdat Paktı (CENTO) Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında NATO’nun bir ayağı olarak Sovyetlere karşı kurulmuştur. Bağdat Paktı, Türk-Arap ilişkilerini olumsuz etkilediği gibi, Sovyetler Birliği ile olan soğuk ilişkileri daha da gerginleştirdi.
Halk nezdinde iyice büyüyen şah karşıtlığı yıllarca “yüzünü batıya dönen” şahlar ülkesinin milli gelirlerini dönemlerinde dışarıya akıtmış, halkın isyanı büyümüştü. Bu arada, şahın Amerikan askerlerine İran topraklarında dokunulmazlık vermesi ve muhalif Humeyni’yi sürgüne göndermesi, şaha duyulan antipatinin derinleşmesine sebep olur. 1971’de İran ekonomisi kötü giderken, İran İmparatorluğu’nun 2500. yılı için çok gösterişli bir kutlama düzenlenir. Persapolis’te yapılan ve 61 ülkenin devlet başkanının katıldığı kutlamaya harcanan paralar şahın zaten yaralı olan imajını iyice zedeler.
1974’te Şah İran’ın petrol gelirini 4 milyon dolardan 20 milyon dolara çıkarır. Ancak Amerika Şah’ı kendisinden yüklü bir silah alımı yaparak bu parayı harcamaya ikna eder. Gereksiz yere alınan bu silahlar halkta tepkilerin artmasına neden olur.
Tüm fikir ayrılıklarına rağmen, sağcısı solcusu, şahın ülkenin çıkarlarını kötüye kullandığı düşüncesinde birleşirler ve ortak amaçları şahı iktidardan indirmek olur. Şahın kimseyi yanına çekemediği bir ortam oluşmuştur: Öğrenciler yeniliklerin daha hızlı ve agresif olmasını isterken, muhafazakârlar yapılan reformların geri dönülmesini ister. Aslında şahtan kaynaklanan memnuniyetsizlikleri taban tabana zıt olsa da iki taraf da memnuniyetsizlik esasında birleşirler ve şahı indirme davasında sağcısı solcusu fark etmeksizin sokaklardaki direnişte yan yana savaşırlar.
Şah’a karşı muhalefet giderek büyür. Şah karşıtı büyük gösterilerden ve grevlerden ekonomi korkunç etkilenir. Bu da protestoların şiddetini arttırır. Tedirgin olan şah giderek saldırganlaşır. Şahın 1957 kurduğu Savak isimli gizli güvenlik teşkilatı protestocuları kaçırıp işkence etmeye, öldürmeye başlar. Savak İran tarihinin en çok korkulan ve nefret edilen örgütü olmuş, Artık şah halkının gözünde bitmiştir.
1 Nisan 1979’da referandum sonucu İran, resmen İslam Cumhuriyeti haline gelir sonra da Aralık 1979’da ülke teokratik anayasayı ve Humeyni’nin dini liderliğini onaylar. Beni Sadr cumhurbaşkanı seçilir.
1979 Sonrası İran-Türkiye ilişkileri
İran İslam Devrimi meydana geldiğinde bütün gözlemciler laik, batıcı Şah’ın ve ABD’nin müttefiki bir Türkiye ile İran İslam rejiminin ilişkilerinin kötüye gideceği beklentisi içindeydi ama beklenen olmadı. İlişkiler özellikle ekonomik alanda Şah döneminde daha ileri gitti. Türkiye daha baştan yeni rejimi kabullendi, resmen tanıdı ve herhangi bir müdahaleye yanaşmadı. Ecevit hükümeti dış politikada farklı bir anlayışa sahipti. Bu anlayış Şah ve rejimini olumsuz bir bakış açısı içeriyordu.
Türkiye İran’daki yeni rejimi kuruluşundan hemen iki gün sonra 13 Şubat 1979’da tanıdı Ecevit’in ertesi gün yeni İran başbakanına gönderdiği kutlama mesajı ilişkileri iyileştirmekten öte geliştirme niyetini ifade ediyordu.
Yeni Düzen Yeni İlişkiler
12 Eylül Amerikancı darbesiyle birlikte Türkiye-İran ilişkilerinde gerileme olmuştur. 1979 Devrimiyle İran, anti Amerikancı bir politika izlerken Türkiye’de küçük Amerika rüzgarları esiyordu. Turgut Özal, Amerika’nın neoliberal politikalarını Türkiye’de hunharca uyguluyordu. İran Amerika’dan uzaklaşırken, Türkiye yakınlaşıyordu. ABD’nin İran’a yönelik baskıcı politikası, Türkiye-İran arasındaki ilişkileri de germişti. Öyle ki, 12 Eylül sonrası Atatürkçülük salt laikliğe indirgenmişti ve “mollaların” yönettiği İran hedef tahtasına oturtulmuştu. Uğur Mumcu cinayeti sonrasında bile “Mollalar İran’a” sloganları atılmıştı, gerçeğin üstü örtülmek istenmişti.
Türkiye’nin 24 Temmuz 2015’te Amerikancı terör örgütlerine karşı başlattığı mücadele, ABD karşıtlığını arttırmıştır. Türkiye Atlantik’le olan ilişkilerini azaltarak yönünü Asya’ya çevirmiş, yeni müttefikleri Rusya, Çin ve İran’la sıkı dostluklar kurmuştur. Emperyalizme karşı mücadele, bölge ülkelerini birleştirmiştir. Bugün Türkiye ve İran, emperyalizmin hedefindedir. İran’ın sorunu Türkiye’nin de sorunudur. O sebepten sorunlar laik-İslamcı sorunları değil. Sorunlar dünya üzerinde ezen-ezilen millet ayrımından doğmaktadır. Türkiye ve İran yerini emperyalizme karşı birbirini kucaklayarak alıyor. Bölgede Amerika’nın bütün bu uğraşlarına karşı tarih boyunca doğruları görerek hareket etmiş bu iki ülke doğru yolda, tam bağımsızlık yolunda yürüyor. Filistin’i parçalayan siyonizme ve emperyalizme karşı mücadele eden Kasım Süleymani’nin yükü omuzlarımızda. Suriye’yi, Irak’ı, Filistin’i, İran’ı ve tüm Batı Asya’yı birleştirerek bölge halklarının iş birliğini sağlayacağız.
Üzeyir Coşkun
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi
Yorum Yap