Televizyon yayınları, iletişim, medya, sosyoloji, reklamcılık gibi alanların tartışma konularından biridir. Kitle iletişiminde ve toplumsal bilinçte önemli bir görev üstlenen televizyon; gazete, dergi, radyo gibi diğer kitle iletişim araçlarına kıyasla hala toplumun geniş kesimlerine etkide bulunabilmekte, bu sayede daha kolay yönlendirme yapabilmektedir. Bu bağlamda televizyon içeriklerine göz attığımız zaman gündüz kuşağı programları olarak adlandırdığımız ve hafta içi her gün aynı saatlerde hayatlarımıza umutsuzluğu aşılayan programların toplumsal değerlerimizi yıpratmaya yönelik projelerle dolup taştığını görüyoruz. Sağlıklı olan ile sağlıksız olan arasında tercih yapma olanaklarımızı bu tür programlarda yaşananlar sınırlandırmaktadır. Fulya İle Umudun Olsun, Ece Üner İle Susma, Didem Arslan Yılmaz’la Vazgeçme gibi programlarda insanlarımızın başına gelen sorunlar olduğundan daha fazla abartılarak, bazen çarpıtılarak, bazen de reyting uğruna ahlaki değerler hiçe sayılarak dedikodu kazanına atılmaktadır.
Bu tarz programlarda sunucular da olayları gerçekliğe ulaştıran, aileleri kavuşturan, cinayet, kaçırılma, kaybolma davalarında yargıçlığı üstlenen, sahipsiz bebeklerin ebeveynlerini bulmak için DNA testlerini milyonların önünde açıklayan kahraman rolünü üstlenmekteler. Bu sözde kahramanlar, insanların başına gelen özel olayları tüm detaylarıyla deşifre ederek izleyicinin tepki verme eşiğini git gide azaltmaya çalışmaktadırlar. Yaşanılan durumu normalleştirerek izleyici kitlesine her defasında daha büyük olay örgüleri ve sözde çözümleri göstermektedirler. Sahte duyarlılık ile yalnızca vicdan rahatlatma ve sorunu yalan dolanlarla çözüme kavuşturma dayatılmaktadır.
Bunun yanı sıra izleyicinin kendi sorunlarını tartışmaya açabileceği bir alan da sunmaktadır. Görüş bildiren kişilerin çoğu halkın içinden, çoğunlukla olayla ilişkili olan isimlere yakınlığı bulunan, herhangi bir uzmanlığa sahip olmaksızın ve herhangi bir uzmanlığa sahip olması gerekmeksizin “bilirkişi” kesilen kimselerdir. Bu programlarda uzman olmayan kişilerin zaman zaman uzmanların yerini aldığını görüyoruz. Kriminal olayların çözüme kavuşturulduğu programlar aynı zamanda güvenlik güçleri ile işbirliğinin yapıldığı programlardır ancak bir olayın kamusallaşması kolluk kuvvetlerinin sorunu çözmesine ilişkin bir kamuoyu baskısı da oluşturmaktadır. Sanki ülkemizin güvenlik güçleri bu alanlarda boşluklar bırakırken sözde kahraman sunucularımız ve reyting ekibi bu boşluğu dolduruyorlar yanılsaması mevcuttur. Bu programlarda tartışmaya açılan olayın sonuca bağlanmasında sunucu ve izleyiciler “adalet dağıtan yargıç” rolünde hareket ederler. Çoğunlukla kadına şiddet, taciz, tecavüz, kaçırılma, kaybolma gibi vakaların da açığa çıktığı programda pek çok kişi kendi hayatı ile özdeşim kurmaktadır ya da kendi hayatından daha kötü bulduğu örnekler üzerinden kişisel tatmin sağlayacağı için programı ilgiyle takip etmektedir.
Televizyon Mahkemelerinin Sözde Kahramanları Sunucular
Hakim yerine adaleti sağlayan, polis yerine suçluyu yakalayan, doktor yerine testler yapan, sunucuları kahramanlaştıran formatların yarattığı etkilerden biri de toplumsal alan içindeki düşmanlıkları ve öfkeyi dayatması ve günün sonunda da teskin etmesidir. Herkesçe bilinen ve yaşanan şeyler üzerinden kurgulanır ve bu kurgunun gündelik pratikler ve gerçeklikler içinde pek çok unsuru göz ardı edilir. Bu durum gerçeği çoğunlukla yok ederek, bir yanılsamayı gerçeklik olarak sunmaktadır. Aile ilişkileri, toplumsal sorunlar, yemek yeme, barınma, giyinme gibi temel ihtiyaçlar da milli kültürümüzden farklı kılınarak hedef alınmaktadır. Aile ilişkilerinin çarpıklaştığı, küfürlerin havada uçuştuğu, saygı ve sevginin ortadan kalktığı programlar hayatımızın önemli bir alanına yerleşmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede dikkat çeken programlardan biri de yemek ve temizlik konulu programlardır. Gündelik ihtiyaçlar ve pratikler bu programlar vesilesiyle tartışmaya ve ödüllendirmeler ile rekabete açılmaktadır. Bu programlarda rakipler de jüriler de aynı kişilerden oluşmaktadır ve bu rekabeti en lezzetli yemeği yapan değil, çıkardığı rezaletlerle reytingi en çok yükselten kazanmaktadır.
Küresel Sistemin Yıkıcı Kültürü Yerle Bir Oluyor
Emperyalizm, yalnızca silahlarıyla değil kültürel anlamda da insanımızı, değerlerimizi hedef almaktadır. Bunun en büyük örneği medya araçlarının belirli bir emperyalist merkez tarafından yönetilmesi ve emperyalist merkezden müdahale edilmesidir. Televizyonlarda gördüğümüz bu tür yayınlar bizleri toplum yapımızın dışında, insanın değer yargılarını taşımayan ve hatta yok sayan yayınlarla ve onların etkileriyle karşı karşıya bırakmaktadır. Yayınlarda konu olarak işlenen kadın cinayetleri, çocuk istismarları ; yayında kullanılan üslup kadını ikincil plana itmektedir ve küresel sistemin kültür politikaları toplumun bu tür sorunlarla mücadele direncini kırmaya çalışmaktadır. Algı yönetimiyle hayatın içinde yaşanılan acıları duygu sömürüsüyle masumlaştırarak, devam eden davalar ile ilgili yanlış bilgi yayarak buralarda Türkiye’nin verdiği mücadeleleri yok saymaktadır. Türkiye’nin asıl sorunlarından kopuk, çözümün odağını kaydırarak sistem içi çözümleri dayatmaktadır. Özellikle suç temalı programlarda kişilerin özel hayatlarına dair en ince ayrıntılar bile teşhir edildiğinden seyirci bir gözetleme öznesi haline getiriliyor. Bu programlar sadece kadınların duygularını, sorunlarını değil aynı zamanda kimi zaman bedenlerini de teşhir etmesi yönünde baskılayıcı bir nitelik taşıyor. Mahremiyet anlayışını ortadan kaldırarak, kültürel yozlaşmanın en önemli araçlarından biri haline gelerek, emperyalizmin dayattığı yıkıcı kültür politikalarına birebir hizmet ediyor.
Saldırıların hedefinde Türk milleti ve gençliği var. Türk gençliğinin karakteriyle çelişen, gençliği umutsuzluğa, karamsarlığa sürüklemek ve bir korku iklimi yaratılmak isteniyor. Türkiye’de can ve mal güvenliğini medya organlarının sağladığı, “ bu ülkede yaşanmaz” anlayışı sistem tarafından sürekli pompalanıyor.
Devlet Eliyle Milli Yayınlar
Emperyalist ülkelerin hegemonya kurmak için çabaladıkları ülkelerde en çok kullandığı araçların medya araçları olduğu bir gerçektir.
Tam da bu sebeple, “bir ülkenin güvenliği, sadece fiziksel sınırları ile ilgili değildir, dijital dünya içindeki durum da güvenlikle ilgili bir konudur” tahlilini yapmak ve politikalar geliştirmek çok daha yakıcı haldedir.
Gündüz kuşağında yer verilen “cinayet çözen”, kayıpları bulan, aile içi çatışmaları ortalığa saçan televizyon programlarına ilişkin, Radyo Televizyon Üst Kurulunun (RTÜK) “acilen” harekete geçmesi gerekmektedir.
Reyting uğruna bireylerin özel hayatının gözler önüne serildiği, toplumsal tramvalara yol açan, yargıyı olumsuz yönde etkilediğine dair pek çok bilimsel çalışma mevcuttur. Bunların yanında toplumsal huzursuzluğu arttıran ve insanlar arasında güven ilişkisini zedeleyen bu programların kaldırılması dışında seçenek yoktur.
RTÜK’ün bu ve benzeri programlara cezalar verdiğini, toplumun hassasiyetlerini çiğnediği yerlerde müdahaleler ettiğini görüyoruz. RTÜK Başkan Yardımcısı İbrahim Uslu “Gündüz Kuşağı” programları ile ilgili daha kapsamlı çalışmalarının olduğunu geçtiğimiz günlerde açıklamıştı. Fakat bu sorun yalnızca bir sansür yöntemi ile çözülemeyecek bir sorundur. Çözüm programların kaldırılmasıdır. Medya araçlarının amacı toplumu eğitmek olmalıdır.
Türkiye’nin milli meselelere karşı verdiği mücadeleyi televizyon, sosyal medya gibi araçlardan bağımsız düşünmek yanlış olur. Konumuzun ana temasını oluşturan gündüz kuşaklarının topluma verdiği zararların yanında kurulan sahte mahkemeler sosyal medyada da yer bulmakta ve aynı infaz mahkemeleri sosyal medyada kurulmaktadır. Televizyonlarda kadın ve aile ilişkileri rencide edici bir şekilde işlenirken diğer medya araçlarında da durum farklı değildir. Tam bu sebeple medyamızın millileşmesi, yapılan programların içeriğinin sıkı denetlenmesi ve bunun devlet politikası olarak ele alınması zaruridir.
Üreten, paylaşan ve küresel saldırılara karşı daha bilinçli bir toplum yaratmak bugünün en önemli görevidir. Radyo ve Televizyon Yasası ile Basın Yasası, Türkiye’nin Milli Eğitim programı ile birlikte emperyalizme karşı toplumun yapısını koruma mücadelesi verebilmeye uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Yazılı, sözlü ve görsel basın, yabancı ve yerli tekellere bağımlılıktan kurtarılmalıdır. Basının çeşitli propaganda merkezlerinin bizlere sunduğu sahte bir “özgürlük” yanılsaması ile özgürleşmesi mümkün değildir. Medyamızı özgürleştirecek program emperyalizmin aracı olmasına engel olmaktan geçmektedir. Yabancı sermayelerle çarkını çeviren medyanın Türkiye’nin verdiği mücadelelerin alehinde programlar yapması kaçınılmazdır. Bu sebeple topluma aktarım yapan araçların devlet tarafından desteklenmesi, yabancı sermayenin kucağına bırakılmaması ve sıkı denetlenmesi gerekmektedir.
İnsanın vatanına, topluma, üretime ve kendisine yabancılaştıran emperyalist kültüre karşı mücadelede başarılı olmanın tek yolu her alanda millileşme ve milli bir üretim mekanizmasıdır. Vatansızlaşmayı, milletsizleşmeyi, bencilliği, köşe dönmeciliği, açgözlülüğü, vurgunculuğu, başkalarının sırtına basarak yükselmeyi, fuhuşu, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını kışkırtan, toplumun değerlerini unufak eden, kişiyi yalnızlaştıran ve yabancılaştıran emperyalist ve kapitalist yozlaşmaya karşı, vatanseverliği, çalışkanlığı, paylaşmayı, insan, doğa ve hayvan sevgisini, hoşgörüyü, ahlakı temel alan milli değerlerin yükseltilmesi, yayılması ve kök salması için Türk milleti ve Türk gençliği tek vücuttur.
Kırmızı Beyaz Dergisi
Türkiye'nin en uzun soluklu gençlik dergisi!