52. Sayı Çıktı! Evde Kal Kırmızı Beyaz'sız kalma.

Hangi Atatürkçülük?

Bugün birçok görüş hangi Atatürkçülük sorusuna yanıt arıyor. Atatürkçülük, renkler ve zevkler gibi tartışılabilir mi?

Son on yıl içinde yapılan seçimlerin birinden sonra Türkiye haritasında en çok oy alan iki partinin kazandığı illeri gösterip hükümet partisinin kazanmasının sebebinin “deniz yoksunluğu” olduğunu söyleyen bir arkadaşınız olmadı mı? Ya 10 Kasım’da rakı ve leblebiyle Atatürk’ü anma paylaşımı yapan tanıdığınız? Seçimlere az bir zaman kala yaptığı kritik hesaplarla asıl önemli olanın oy almak olduğunu, o oyları almak için gerekirse en temel noktalarda taviz vermenin mantığını anlatan matematikçi Atatürkçülerimiz yok mu?

Atatürkçülüğün hangi çerçevede anlaşılabileceğine ilişkin büyük kafa karışıklığının olduğu bir dönemde yaşadığımızı söylemek yanlış olmaz.

RENKLER VE ZEVKLER VE ATATÜRKÇÜLÜKLER

Bugün birçok görüş hangi Atatürkçülük sorusunu yanıtlama noktasında tavırsız kalır. Hangi ölçüte göre farklı Atatürkçülükler kıyaslanacak? Neye dayanarak doğru yol bulunacak? Hatta bu kıyas ölçütünün varlığından da şüphe edilebilir: Renkler ve zevkler ve Atatürkçülükler tartışılabilir mi?

Tarihi anlama ve devrimci pratiği gerçekleştirme konusunda bir zorluk oluştuğu görülüyor: Kemalist Devrimin başından geçen tarihi seyre bağlı olarak bugünden devrime bakanların devrimi anlamasının zorlaştığını söylemek yanlış olmaz. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye’nin, ABD’nin lideri olduğu Atlantik Kampına kademe kademe bağlanmasının ve 1980’den sonraysa emperyalizmin küresel karşı devrim dalgasının sonucu olarak Kemalist Devrim önce hızını kaybetti, tıkandı ve ardından geri çekildi. Bu 75 yıllık süreç, kaçınılmaz olarak Kemalizm’i hem bilinçli hem bilinçsiz tahrif etti. Tahrifatlar hem tarihi anlamayı hem de doğru Atatürkçü çizgiyi tutturmayı zorlaştırıyor. Doğru bir yol açmak için bunları tespit edip aydınlığa çıkarmamız gerekiyor.

Biz Atatürkçülük için temel kıyas ölçütleri olduğunu düşünüyoruz. Bunlar hem tarihi açıdan ölçüttür hem de bugün açısından. Şöyle de söyleyebiliriz: Kemalist Devrimi tarihin içinde anlayamadan bugün Atatürkçü olmak imkanı yoktur, fakat bugün Atatürkçülüğün devrimci pratiğini gerçekleştirmeden Kemalist Devrimi anlama imkânı yoktur.

ATATÜRK HANGİ DÜNYANIN İNSANI

Günümüzde Atatürkçülük tartışmasının düğümlendiği nokta Batıcılık tartışmasıdır. Tartışma, Türkiye gibi dünyanın hem batıya hem doğuya açık bir coğrafyasında cereyan ettiği için özellikle zorlu hale geliyor. Anlamak için konuyu ince noktalarına ayrıştırmak gerekiyor.

Bir yandan Batı dünyasından Türkiye’ye taşımak istediği irili ufaklı yeniliklerle (Medeni Kanun, tartı ölçülerinin ve tatil günlerinin değişmesi gibi), giyim kuşamıyla, üzerimizde bıraktığı imgeleriyle zihin dünyamızdaki Atatürk hangi dünyanın insanıdır? Diğer yandan 20. yüzyılın başından başlayıp Kurtuluş Savaşı’ndan geçerek tüm ömrüne nüfuz eden antiemperyalist pratiğiyle ve düşünceleriyle, Batı emperyalizmine karşı Doğunun ücra köşelerine kadar umut olan mücadelesiyle Atatürk hangi dünyanın insanıdır? Tam da sorunun böyle koyulması Atatürk’ü ikileştiriliyor. Sonucunda; Batıyla mücadele eden, fakat bir yandan da Batılılaşmak isteyen bir Atatürk çıkıyor karşımıza. Öyleyse daha ince noktalarda ayrışmaya gitmemiz gerekir.

Sorunun zorlaşması öncelikle Atatürk’e atfedilen “Batıcılıkla” kastedilenin ne olduğunun açık olmamasıyla ilgilidir. Kastedilen, büyük bir medeniyet kurmuş olan Avrupa’ya duyulan beğeni ve ondan siyasi, toplumsal, bilimsel ve sanatsal anlamda esinlenme ise, bu Atatürk’te vardır. Fakat tarihi donduran statik bir anlayışla “geri kalmış Doğu’ya karşı ileri Batı düşüncesi” Atatürk’te yoktur, çünkü Atatürk Batı’nın gelişmesinin önkoşullarının Doğu’ya karşı önce sömürgeci, ardından emperyalist sistemi hayata geçirmiş olmasında yattığını biliyordu. Bu birinci önemli noktadır.

Batıcılıktan kastedilen, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sonrasında kat etme amacında olduğu sanayileşme, modernleşme ve laikleşme yollarını, farklı özellikler barındırarak da olsa, yaşamış olan Batı dünyasından örnekler alma ve onların deneyimlerinden öğrenme ise, bu Atatürk’te vardı. Fakat kastedilen Atatürk’ün çağdaşlaşma yolunu, yalnızca Batı’dan alınan kılık-kıyafet gibi biçimsel ve sembolik, Medeni Kanun gibi hukuksal yeniliklerle kat edilebileceğini düşündüğüyse bu doğru değildir; çünkü Atatürk ilerlemenin ancak emperyalizmden bağımsızlıkla ve feodalizmin geri sınıfsal bağlarını çözerek gerçekleşebileceğini biliyordu; biçimsel ve hukuksal yenilikler tek başına değil, bu köklü altyapısal devrim eşliğinde olduğunda anlamlıydı. Bu da ikinci önemli noktadır.

MİRASINA EL KONAN “ATATÜRKÇÜLER”

Bu iki nokta, 75 yıllık süreçte üzerine en çok toprağın atıldığı Atatürk’ün altın değerinde iki mirasına tekabül ediyor. Bu mirasların unutulması, antiemperyalist-bağımsızlıkçı özünden yalıtılarak “laikçileştirilen” ve Batılı yaşam tarzına sıkıştırılarak biçimselleştirilen Atatürkçülüğün anatomisini çıkarmamızı sağlıyor.

Birincisi; Atatürk dünya düzenini bir bütün olarak kavradı ve Türkiye’yi bu bütün içindeki yerine oturttu. Türkiye emperyalist dünyanın hedefinde, mazlumlar dünyasının içindeydi. Kuşkusuz Atatürk Türkiye’nin, mazlumlar dünyasının diğer ülkeleri gibi, birçok açıdan görece geri kalmış, gelişmemiş durumda olduğunun farkındaydı. Fakat Doğu’nun geriliği hem Batı’ya göreceydi hem de Batı’nın ilerlemesi Doğu’nun geri bırakılması pahasına olmuştu. Kuşku yok ki Atatürk, hangi süreçler sonucu ortaya çıkmış olursa olsun, Batının Aydınlanma ve ilerleme çağının değerlerinin bilincindeydi ve bunları sahipleniyordu. Fransız Devrimi, Aydınlanma filozofları, bilimsel, düşünsel, sanatsal ve sınai-teknik ilerilik; bunlar Atatürk’ün kapsama alanındaydı. Fakat esas mesela Atatürk’ün, bunların Batı tekelinde olmadığının, Doğunun da bunları başarabileceğinin de aynı ölçüde bilincinde olmasıdır. Mazlumlar dünyasının üzerindeki emperyalist Batı tahakkümün kırılmasıyla bu başarılara yürünebileceğini düşünüyordu. Hatta Atatürk bu meseleyle alakalı 23 Temmuz 1919 tarihinde “Bugün doğan güneşi nasıl görüyorsam, yarın Asya ve Afrika’daki bütün esir ve mazlum milletlerin hürriyet ve istiklallerine kavuşacaklarını da öylece görüyorum.” sözünü dile getirmişti.

İkincisi; sınıfsal temellerinden koparılmış bir çağdaşlaşma anlayışı, çağdaşlaşmanın mümkünatını ve göstergelerini Batıdan ithal biçimsel-sembolik ve hukuksal alanlarda arıyor ki bu Atatürk’ün ufkunu anlamanın çok uzağında bir anlayıştır. Attila İlhan’ın çok defa öğrettiği gibi 1945’ten sonra Atatürkçülük antiemperyalist özelliklerinden arındırılarak “laiklik taraftarı olmak” anlamına geldi. Kemalist Devrim için bağımsızlık birincildi; çünkü ilk adımda antiemperyalist kurtuluş savaşıyla iktidarın emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin elinde kalmasına engel olundu. Cumhuriyetin kurulmasından sonraysa milletin elindeki iktidar bağımsız bir siyaset ve iktisat zemininde pekiştirildi. Laiklik de her şeyden önce milletin egemenliği elinde tutması ve güçlendirmesi olarak anlam kazanır ki, Kemalistler de böyle anlıyorlardı. Köy Enstitüleri, ağalık sınıfını adette olmayan “bir yaşam tarzı” yaratarak rahatsız etmenin ötesinde, dogmalardan kurtulmuş, bilinçlenmiş ve özgüvenli bir sınıfın çıkarlarını yerinden edeceğini göstererek korkutmuştu. Fakir Baykurtları ağalık düzenini kabul ederken hayal edebiliyor musunuz? Attila İlhan’ın öğrettiği gibi, Atlantik Kampına girenler “asi yönlerini” tırpanlayarak Atatükçülüğü bu kampa uyumlu kıldılar. Bu anlamda antiemperyalizm-bağımsızlıkçılık Atatürkçüğün asi özelliğidir. Bu özellik denklemden çıkarıldığında geriye kalan “laikçiliğin” emperyalizme zararı dokunmayacağını hem emperyalistler hem de Türkiye’yi emperyalist sisteme bağlayanlar iyi anlamıştı.

MİRASSIZLIK HALLERİ

Dahası bulanabilir, fakat yukarıdaki ikisi Atatürkçülüğün başlıca mirassızlık hallerini gösterir: Tarih dışı ve biçimci bir Batıcılık ve bağımsızlıkçılık-antiemperyalist özünden koparılmış laiklikçilik. Bu iki halin çokça semptomu hem siyasi hem toplumsal-kültürel alanda açığa çıktı.

Bu tip Atatürkçülük’te Mustafa Kemal’in bağımsızlıkçı ve devrimci çizgide milletin içindeki cevheri açığa çıkararak geniş kesimlerini kazanma siyasetinden eser bulamıyoruz, fakat halkı hor, kendisini üstün görme bolca var. Atatürk’ün bu çizgisini söylediği şu sözle daha iyi kavrayabiliriz:

“Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur.”
Hem Kurtuluş Savaşı içinde hem 1920’ler ve 1930’larda eylemli olarak kanıtlanan etnik ve mezhepsel temeldeki siyasetle ittifak olmayacağını, bu siyasete tanınan meşruiyetin özgürlük değil, esaret demek olduğu bilgisi unutulalı çok oldu; unutulanın yerini noktasına virgülüne oy hesabı yapıp PKK’nın partisi HDP’yi bile ittifakına kabul eden matematikçiler doldurdu. Vatan savunmasında aynı ideolojiyi paylaşmadığı toplumsal kesimleri ve onların siyasal öznelerini birleştirip önderlik eden Mustafa Kemal gerçeği unutuldu; elindeki Atatürkçülük-ölçer cihazıyla kendinden başkaya kimseye bu payeyi vermeyen, siyaseten yalnızlaşmaktan zevk alanlar türedi. Böyle bir anlayış sonucu bu cihazların sahipleri, 15 Temmuz’da Amerikancı darbeye karşı mücadele eden halkı “sarıklı-cübbeli-eli satırlı” bir güruha sıkıştırıp farklı siyasi kökenlerden gelen halkın ortak mücadelesini yok sayabildi.

Aslında bu hallerin ve semptomların toplamı büyük bir sorunu ortaya koyuyor. Bugün kendini Atatürkçü addedenlerin ciddi bir kesiminin bir programı yoktur, geleceği görebilen bir teorileri yoktur. Eğer olayları ona referansla değerlendireceğiniz bir teoriniz yoksa bugün yaşananlarda nerede durmanız gerektiğini söyleyen bir programınız, gelecek tasarımınız yoksa elinizde ne kalır? Pek fazla şey kalmadığı apaçık ortadadır. Elde kalan Türkiye çapında kıyı şeritlerine, büyük kentler çapında bazı semtlere sıkışmış bir “yaşam tarzı” oluyor. Atatürkçülüğü bu yaşam tarzına indirgemek, yaşanan olaylara bu tarzın dar gözlükleri içinden bakmak ne bugünü anlamak için ne de gelecek kuruculuğu için bir umut taşıyor. Bu tarzın içinde bakınca yükseldiği ve hepimizi yutacağı sanılan gericilik Türkiye’de hızla mevzi kaybediyor. Amerikan Gladyo’su olan FETÖ’nün on binlerce kadrosunun ordu, emniyet, yargı gibi en kritik devlet kurumlarından tasfiye edilmesi kadar değerli ve büyük bir laiklik eylemi olabilir mi?

Bu yanlışlar yalnızca Atatürkçüler içinde bir yanlış olmakla kalmayıp emperyalizmin uzantılarına altına sığınabileceği bir şemsiye açıyor. Arkada bıraktığımız üç-dört yıllık dönemde PKK ve partisi HDP, bunların uzantısı çeşitli marjinal gruplar, yayın organları, siteler için bu “laikçiliğin” altında saklanma imkanı buldular. 2014 yılının başından itibaren yoğunlaşan şekilde, PKK’nın Suriye kolu PYD için emperyalizm tarafından imal edilen “yobaz IŞİD’e karşı seküler yaşamın savunucusu” imajının Türkiye kamuoyunda karşılık bulabilmiş olması bunun çarpıcı bir örneğiydi. PKK/PYD bu “laikçilik” sayesinde, kısa dönemli de olsa, aksi taktirde hayal edemeyeceği imkanı olmayan bir sempati topladı. TSK’nın Fırat’ın doğusuna yapmayı planladığı operasyon öncesi benzer bir imaj çalışmasının ilk işaretleri görülmüştü.

FETÖ ve çevresinde kuvvetler de Türk yargısının vatanı ve Cumhuriyeti savunan kararlarının meşruiyet zeminini zedelemek için “hukuk devleti” söylemini benzer bir şemsiye altında yaymaya çalışıyor. Atatürkçülük adına doğru isabet almadan atılan oklar dönüp Türkiye’yi vuruyor.

YAŞAYAN ATATÜRK NEYE MUKTEDİR

Marx, Komünist Parti Manifestosu’nda burjuva toplumunun, “yer altından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez” hale geldiğini söyler. Bunun anlamı, burjuva toplumunun yaratımlarının bizzat kendisini de içine katacak bir girdap yaratıp kontrol altında tutulamaz bir güç yaratmış olmasıdır. Arkada bıraktığımız döneme bakarak denilebilir ki ABD de Türkiye’nin “yer altı güçleri”ni yeryüzüne çağırmıştır: Türk devletini içeriden çökertme ve bölücü terör örgütü aracılığıyla Türkiye’yi teslim alıp bölme girişimi, hem bütün kilit önemdeki kurumlarıyla devleti hem de geniş kesimleriyle Türk milletini güçlü bir reaksiyon vermeye itti. 2014’ün başında Ergenekon tertibinin çökmesinden beri yükselen ayak seslerinin ardından Türkiye, 24 Temmuz 2015’te başlayan bir varlığını koruma mücadelesinin içine girdi. Bu mücadele dört yıldır siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel alanda sürüyor.

Atatürk’ün bu mücadele içinde yükselmesi, Türk devletinin ayakta kalabilmesi için vazgeçilmez dayanak noktası olduğu gerçeğinin en ciddi şekilde öğrenilmesi, önceden bilinçli ve bilinçsiz şekilde önyargılar edinmiş kesimlerce sahiplenilmeye başlanması tesadüf değil. Washington’un kararlarına boyun eğmemek Atatürk’ün milli meclisi ve milli hükümeti demek, emperyalizmin PKK ve FETÖ terör örgütleriyle amansız mücadele Atatürk’ün ayrılıkçılığa karşı defalarda masaya vurduğu demir yumruğu demek, dağ gibi olmuş bütçe açıklarına, borçlara son vermek Cumhuriyetin dünyada “Türk mucizesi” olarak bilinen, kendi kaynaklarına dayanarak gelişen ekonomik politikası demek, Dolar operasyonlarına engel olmak Cumhuriyetin ekonomik ilkesi “sağlam para, denk bütçe”yi yeniden hatırlamak ve uygulamak demek. Liste uzatılabilir, çünkü nereye baksak Atatürk’ün mirasına ihtiyacın kendini hissettirdiği bir sürecin içindeyiz. Atatürk, harekete geçmiş olan yer altı güçlerinin üstünde yükseliyor.

İhtiyacın ortaya çıkmış olması başka şeydir, o ihtiyaca yanıt verecek adresin bulunası başka. Bugün ihtiyaç adresini arıyor. Adres olmak en başta Atatürkçülere, vatanseverlere düşüyor. Adres olabilmek, diğer deyişle Türkiye’nin içinde girdiği bu mücadele önderlik etmek için netleşmek gerekiyor. Atatürkçülük, karşıdevrim sürecinin tahrifatlarından ve yanlış çizgilerden kendisini sıyırdıkça bu mücadeleye önderlik edecek hale gelecektir ve gelmektedir. Mücadeleye önderlik etme iradesinde ısrar bu netleşmeyi sağlayacaktır ve sağlamaya başlamıştır.

Şafak Erdem
TGB İstanbul İl Başkanı